Okumalar: Aklı Kullanma Kılavuzu
Giriş
İşleyiş tarzı, ittiba edeceği kaideler ve hüküm verirken esas alacağı kriterler tayin ve tesbit edilmeksizin akla tanınan “mutlak” yetkinin, sonuç olarak insanı getirip bırakacağı nokta “çılgınlık” olacaktır. Tarihten günümüze akıllıların delilerinden ve delilerin akıllılarından sadır olan en saçma düşünce ve eylemlerin de son tahlilde “aklî” bir açıklaması yok mudur?
Modern zamanlar, aklın mutlaklaştırılıp sonsuz yetkilerle donatılmasıyla birlikte, insanlığın “cinnet”in sınırlarında dolaştığına tanıklık ediyor. Müslümanlarsa neyi kaybettiklerini bilemez duruma geldikleri için, neyi aramaları gerektiğini de bir türlü kestiremiyor. Üstad merhumun “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey” dizesi tam da bu durumu anlatıyor olsa gerek…
Yakıcı soru şu: Kaybettiğimiz nedir?
Bunun ardından, daha az yakıcı olmayan şu sorular gelecek zorunlu olarak: Kaybettiğimiz şeyi “nerede” ve “nasıl” bulabiliriz? Ve müteakiben, “Bulduğumuz bu şeyi nasıl içselleştirebilir ve hayata nasıl intikal ettirebiliriz?” soruları yer alacak.
Bir an olsun durup, bize kendimize gelme fırsatı tanımaksızın biteviye akıp giden ve sürükleyen hayat içinde yaşadığımız bu herc-ü merc arasında –akla kaynaklık ve kılavuzluk eden– kalbimizi salim tutmayı başarabilirsek, gerçekten zorlu, ama “doğru” yola yönelme konusunda ilk adımı atmış olacağız.
Varlığımızın merkezinden “kalb”i çıkarıp yerine “akl”ı koyanlar, onun “donanım” ve “yazılım”ını da belirledikleri için standartlar dışına çıkamıyor, farklı düşünemiyor, farklılığı düşünemiyoruz
İşte bunun için yapmamız gereken ilk şey, aklı ve kalbi ait oldukları mevkilere iade etmek ve kalpte kalan “hakikat” kırıntılarının yordamı ile aklı hizaya sokacak, ona aslî anlam ve fonksiyonunu verecek paradigmanın ipuçlarını keşfe çıkmak olmalı.
Bu yolda akla, zaman zaman “şok” tedavisi uygulamamız gerektiğini müşfik bir dille fısıldayarak şöyle başlayabiliriz:
Aklın bir şeyi anlayamaması, o şeyin butlanına delil değildir.
Zira bir şeyin butlanı, yokluğunu ve nefyini kesin bir şekilde gösteren kat’î delillere muhtaçtır ve bir şeyin varlığını anlamanın yokluğu (anlama arızası) ile bir şeyin yokluğunu kesin olarak bilmek birbirinden farklı şeylerdir.
Akıl; tecrübe, birikim ve müşahedâtı esas aldığı için, görmediği, bilmediği ve duymadığı bir şeyin var olamayacağına hemencecik hüküm verir ve “Bu nasıl olur?” der.
Oysa onun tecrübe, birikim ve müşahedâtında öyle bir şeye rastlamamış olması bizatihi o şeyin adem-i vücuduna (yokluğuna) “aklen” de delil olmamalıdır.
Bu durum tıpkı –eğer kaldıysa– balta girmemiş Afrika ormanlarında modern teknolojiden tamamen haber- siz yaşayan bir kabilenin, televizyon, cep telefonu ya da sesten hızlı hareket eden ulaşım vasıtalarının varlığını inkâr etmesi gibidir.
Öyleyse peygamberlerin mucizeleri, Hz. İsa (a.s)’ın ruhu ve bedeniyle göğe kaldırıldığı ve kıyamete yakın tekrar yeryüzüne ineceği vb. hususları sırf aklî verilere dayanarak inkâr etmek makul değildir. (Burada ilgili nakliyyatın konu dışı tutulması tamamen yöntem gereğidir.)
“Müslüman aklı”nın hangi parametreler doğrultusunda işlemesi gerektiğini tesbit için çıktığımız yolculuğun, ikinci temel ilkesi şudur:
Devamı için buraya tıklayınız.